21 Ekim 2010 Perşembe

Deniz Kabuğu


Akşam… Ya da gece, bilmiyorum. Tek bildiğim yıldızlar bana hüzünlü hüzünlü göz kırpıyorlar. Emektar radyodan yükselen ipeksi bir ses çevreledi dört bir yanımı. Cam kenarındaki kumaşı yıpranmış bordo koltuktan yıldızları seyreyliyorum. Bir yıldız diğerlerinden daha pırıltılı bir gülücük attı bana. Yüzündeki hüznü terk etti bir anlığına, pırıl pırıl gülümsedi ve gitti, terk etti göğü. Oysa en sevdiğimdi o benim. En hüzünlü bakan, en yakın hissettiğimdi. Onun gibi bakıyordu bana. Onun gibi…

And so it’s
Just like you said it would be
Life goes easy on me
Most of the time


Simsiyah gökteki görkemli yıldızlar terk ediyorlar zihnimdeki yerlerini. Bambaşka bir zamana gidiyorum. Geçmişe… Sanki hiç yaşanmamış olan geçmişe… Geçmiş, gelecek kadar uzak bana. Gelecek çok daha uzak. Yıldızlar bile gelecekten yakın, çok daha yakın…
Bir deniz kıyısındayım şimdi. Deniz hırçın. Gökyüzü suratını asmış. Bulutlar ağlamaklı. Ben mutlu. Ardımda sarı bir sonbahar, önümde güzel bir yazın ardından terk edilen kumsal, çılgın bir deniz, şaşkın kuşlar, nereye gideceğini bilmeden dolaşıp duran kum taneleri… Biri çarpıyor gözüme. Gökyüzü kadar gri hırkasına sarınmış, saçları etrafta olup bitene uyum sağlamış. Yanına yürüyorum. Hayır, yürümüyorum uçuyorum adeta. Uçarken de bilmediğim bir güç dudaklarımı iki yandan tutuyor, yukarı kaldırıyor. Ona yaklaşınca yere değiyor ayaklarım. İnce bir ses… Onun sesi mi? Hayır. Bir melek sesi olmalı bu. Bir melek sesi kadar ince, bir melek sesi kadar kalın. Bir melek kadar güzel… Hayır, melekten daha güzel… Kalakalıyorum. Gülümsemem donuyor, sert bir rüzgar çarpıyor yüzüme. Rüzgar çekildiğinde gülümsememi de çalıyor benden. Önümdeki melek ağlıyor. Omuzları eşlik ediyor ağlamasına. Yüzüne bakıyorum. Her damlada anılar, her damlada sevinçler, her damlada acılar…

And so it’s
Just like you said it should be
We’ll both forget the breeze
Most of the time


Müzik sesi geçmişe uzanan yolculuğumu bıçak gibi kesiyor. Şu an o melek ne yapıyor, bilinmez. Ama gülümsememi çalan rüzgar yüzünden, o günden beri gülemiyorum. O günden beri sadece yosun kokusuyla karışık melek kokusu burnumda. O günden beri dalga sesiyle karışık meleksi hıçkırıklar kulağımda. O günden beri o aklımda.

And so it’s
The shorter story
No love, no glory
No hero in her sky


Deniz kıyısına dönüyorum. Deniz hala hırçın. Gökyüzü hala asık suratlı. Kum taneleri hala nereye gideceğini bilmiyor. Bulutlar hala ağlamaklı. Ben ise mutsuz. Bana dönüyor yavaşça.
“Sana söyleyeceklerimi çok iyi dinle. Lütfen, sözümü kesme. Eğer kesersen, her şeyi daha da zorlaştıracaksın, emin ol. Bunu söylemek benim için zor, inan, çok zor. Buraya gelmeni istedim çünkü… Çünkü… Seninle burada karşılaşmıştık. Birkaç ay önce. Güneş tanıktı o ana. Tek şahidimiz güneşti. Kısa bir hikaye oldu bizimkisi. Ne yazık ki! Seninle bugün buluşmak istedim çünkü… Çünkü… Bugün güneş yok. Kısacık hikayemize şahit oldu, ama ayrılığımıza şahit olsun istemedim. Bizi böyle görürse, bir daha bakamam ona. Çıkamam karşısına. Biliyorum çocukça, ama yapamam işte. Bak, ikimiz de unutacağız. Emin ol. Tatlı bir anı olarak kalacak her şey. Kısacık ama hoş bir anı. Her şeyi unutacağız. Gözyaşlarımızı, bu küçük sahil kasabasını, hatta şu esen meltemi… Belki, belki bugünü bile. Karşılaşmayacağız bir daha. Gidiyorum çünkü. Gidiyorum, uzaklara. Bir okyanus girecek aramıza. Kocaman bir okyanus… Belki ömür boyu hiç görüşemeyeceğiz. Unutacağız isimlerimizi, simalarımızı, yaşadıklarımızı. Ama, ama emin ol. Hayat iyi gidecek. İkimiz için de…”
Yanaklarımdan süzülen yaşlar boşluğa düşüyor. Rüzgar her bir damlada alıyor anılarımızı, her bir damlada alıyor sevinçlerimizi, her bir damlada hatırlatıyor acılarımızı…
Susuyorum, sadece susuyorum.

And so it’s
The colder water
The blower’s daughter
The pupil in denial


Küçük evimin müzikle dolu küçük odasındayım yine. Evet, hayat iyi gidiyor. Söylediği gibi. Anılara boğulmasam sürekli, daha da iyi olabilir. Belki o zaman gülebilirim tekrar. Belki yıldızlardan da uzaklaşabilirim. Hüzünlü bakışları da unuturum belki. Kim bilir? Belki sevebilirim yeniden. Belki…

I can’t take my mind off of you
I can’t take my mind off of you


“Teşekkürler. Tüm yaşattıkların için. Arama beni. Zaten arasan da ulaşamazsın. Telefon numaram değişmiş olacak. Adresim zaten değişiyor. Teşekkürler… Gerçekten…”
Başımı öne eğiyorum. Gözyaşlarım yanaklarıma uğramadan kuma damlıyor, yok oluyor. Küçücük kum tanelerinin arasında rengarenk bir deniz kabuğu çekiyor dikkatimi. Koskoca sahilde yapayalnız. Eğiliyorum, parmağımı değdiriyorum tırtıklı yüzeyine. Bir ürperti. İnceden, ama net. Hüzünlü, ama kalıcı. İçimdeki ürpertiyle doğruluyorum.
“Al. Sakla. Kısa hikayemizin simgesi olsun bu. Kısa hikayemizin küçük, ama anlamlı simgesi.”
“Ama… Unutmalıyız. Unutmamız gerek. Yoksa… Bak, unutursak her şey daha iyi olacak, çok daha iyi.”
Deniz kabuğu kayıyor parmaklarımın arasından. Hiçbir şey demiyorum, diyemem, diyemiyorum. Arkamı dönüyorum. Kulağıma bir ses geliyor. İnce bir ses. Onun sesi mi? Evet, kesinlikle. Melek gibi bir ses. Bir melek ağlıyor arkamda. Bir melek ayrılığımızın şerefine ağlıyor. Dönüyorum arkama.
“Güneş, bu deniz kabuğunu görürse anlar ayrıldığımızı. Biz unuturuz belki ama o unutmaz. Emin ol.”
Geldiğim yönden geri dönüyorum. İçimde ince bir ürpertiyle…

I can’t take my mind off of you
I can’t take my mind off of you


Artık gündüz çıkmıyorum dışarı. Perdeleri sıkı sıkıya çekiyorum. Güneş girmesin içeri, sızmasın evime. Eğer güneş görürse beni, anlar ayrıldığımızı. Anlamasın, bilmesin. Böylesi daha iyi.

Did I say that I loathe you?
Did I say that I want to leave it all behind?



O sahil kasabasından çok uzakta, bir okyanus kadar uzakta, bir genç kız başını cama dayamış, elinde rengarenk bir deniz kabuğu denizin ardında yok olan güneşi uğurluyor. Deniz kabuğu aylardır güneş görmüyor. Geride kızıllığını bırakan güneşe bakıyor özlemle. İki damla, sıcacık yaş konuyor deniz kabuğunun tırtıklı yüzeyine usulca. Kız ağlıyor. Ruhunda deniz kabuğuna dokunduğu andan beri var olan ince bir ürperti… Kulaklarında onun sesi. Burnunda onun kokusu. Aklında o…

11 Temmuz 2010 Pazar

Yazgı

Gece. Karanlık serilmiş yeryüzüne. Gri benekler gökteki gece lambasının ışıklarını hapsetmişler dünyanın dışına. Soğuk, çok soğuk, buz gibi bir hava.

Bir sokak. Kimsesiz, sahipsiz. Soğuktan ve karanlıktan o da almış nasibini. Bir gece lambası üşüyen ışığıyla aydınlatmaya çalışıyor sokağı. Gece lambasının yanında içindekileri dışarı kusmuş bir çöplük. Çöpler rüzgarın dayağına alışmış. Birkaçı arada bir havalanıyor. Bazıları ise titreye titreye ağlamakla yetiniyor. Yapacak başka şey yok. Ama hepsi soğuktan ve rüzgarın dayağından şikayetçi. Bir fare çıkıyor çöplüğün altından. Ok gibi. Bir kedi atılıyor arkasından. Karanlıkta kayboluyorlar. Bir evin cılız ışığı kapanıyor. Bir başka odasında beliriyor cılız ışık. Ardından o da karışıyor karanlığa. Rüzgar öfkeyle homurdanırken uyuyor üşüyen gece lambası. Karanlık ve sessiz. Ne ışık var, ne ses. Sokağın yazgısı karanlık. Ne sokak değiştirebilir bunu, ne de başkası. Yazılmış bir kere.

Bir ev. Uyku evin tüm odalarında saltanatını ilan etmiş. Biri hariç. Karanlık odalarda görülen aydınlık rüyalar var. Biri hariç. Dışarıdaki soğuk kıyameti evdeki kimse duymuyor. Bir kişi hariç.

Bir kadın. Henüz yattığı yatağını ısıtmakla meşgul. Ayakları buz gibi, gönlü alev alev. Gözleri yaşlı, aklı karışık, ruhu karanlık. Kapatıyor gözlerini. Hemen kurtulmak istiyor bu karanlıktan. Sabah olmasını, fırtınanın dinmesini, güneşin huzurla odaya sızmasını, yanında huzurla uyuyan adamı, kocasını, öperek uyandırmak istiyor. Uyuyamıyor. Ah bir uyusa! Bir kovsa aklındaki küçük şeytanları.

Yerinden kalkıyor kadın sakince. Yatağın kenarına oturuyor. Rüzgar çerçeveleri itiyor, işgal etmeye çalışıyor uykunun hüküm sürdüğü evi. Saltanatı bitirmek ve herkesi huzursuz etmek istiyor. Kadın ise tam tersine. Tek istediği huzur. Tek istediği mutluluk.

Oturduğu yerden kalkıyor kadın. Parmak uçlarında geçiyor odayı. Kapının gıcırdamamasını dileyerek tutuyor kolu ve gıcırdamıyor kapı. Belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor kadının yüzüne. Salona doğru harekete geçiyor. Bu sefer parmak uçlarında değil. Ayakları tamamen yerde. Yüzü donuk. Aklı hala karışık. Salona girdiğinde düşünmeksizin açıyor aynalı dolabı. Bir sürü ıvır zıvırın arkasına saklanmış bir zarfı alıyor eline. Bir an bakıyor elinde tuttuğu kırışık, beyaz zarfa. Koymakla koymamak arasında. Tereddüt kadının vücudunu şöyle bir yoklayıp beynine oturuyor. Yerini sevmemiş olmalı ki çabucak gidiyor tereddüt geldiği yere. Yokluğa.

Kadın salondaki koltukta şimdi. Zarf açılmış. İçinden zarf kadar kırışık bir kağıt çıkmış. Üstü harflerle dolu. Kadın koltuğa oturmuş, bir yandan okuyor bir yandan ağlıyor.

“Biliyorum kızgınsın bana. Sana bu mektubu yazmayı ben de çok düşündüm, inan. Pek çok gece gözüme uyku girmedi, sadece düşündüm. Kararsızdım, tereddüt içindeydim ve mutsuzdum. Ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilemedim. Ama az önce yine düşünceler sarmışken dört bir yanımı tereddüdü de, kararsızlığı da söküp attım içimden. Evet, bunca yıldır neden beklediğimi, neden sen tam bir düzen kurmuşken ortaya çıktığımı merak ediyorsun. Verecek tek bir cevabım var: Seni özledim. Hissettiğim tek bir duygu var: Pişmanlık. Seni çok sevdim, hem de çok. Ayrı kaldığımız zamanlar sana olan sevgimi atmadı, aksine daha da artırdı. İçimden bir his kendini ne kadar mutlu hissetmeye çalışsan da bir yanının mutsuz olduğunu söylüyor. Bilmiyorum, sadece hissediyorum. Şimdi sana bir teklifim var. Yıllar önce kurduğumuz hayallerimizi şimdi gerçekleştirelim. Gel ve benimle ol. Seni çok özledim sevgilim. Eğer gelmeye karar verirsen yıllar önce çok mutlu olduğumuz yerdeyim. Evimde. Daha doğrusu gelecek olursan evimizde. Düşün lütfen ve seni çok sevdiğimi unutma.”

Kadın gözlerini kaldırıyor mektuptan. Mektubu göğsüne bastırıyor. Gözlerinden birkaç damla yaş yuvarlanıp düşüyor halının üzerine. Kadın kokluyor mektubu. Fırtına diniyor, karanlığı emiyor güneş, salondan kopuyor kadın.

Bir cadde. Kalabalık, gürültülü ve aydınlık. Caddenin iki yanında mağazalar ve kafeler. İnsanlar geniş kaldırımlarda. Kiminin gözü mağazalarda, kimi aceleci, kimi aylak. Kadın da kaldırımda. Daha genç, daha mutlu, daha güzel, ruhu daha aydınlık. Sakince ilerliyor. Caddeyi geçtikten sonra ortasında şirin ve bir o kadar da serin bir havuzu bulunan meydana sapıyor. Havuzun yanında görüyor onu. Yüzü bir tuhaf. Mutlu mu, mutsuz mu anlayamıyor kadın. Gidiyor yanına.

“Gel bir yerde oturalım,” diyor adam gülümseyerek. “Sana çok güzel bir haberim var. Umarım sen de benim kadar sevinirsin.”

Merak ediyor kadın. El ele yürüyorlar müdavimi oldukları kafeye doğru. İçeri girdiklerinde dışarıdaki sıcağı terk ediyorlar. Klimalar serinletmiş içerisini. Bir an titriyor kadın.

“Üşüdün mü,” diye soruyor genç adam.

“Yok,” diyor kadın usulca. “Biraz serin ya içerisi. Alışırım, merak etme.”

Her zamanki gibi cam kenarındaki masaya geçiyorlar. Garson geliyor siparişleri almak için. Bir limonata, bir kola. Garson gidiyor, genç adam atlıyor hemen lafa.

“Gidiyorum ülkeden.”

Gitmek. Bir yerden uzaklaşmak, belki de dönmemecesine. Ülkeden gitmek. Sınır dışına, tamamen yabancı bir memlekete yerleşmek. Temelli belki de. Dönmemecesine.

“Ne? Ned… Nasıl yani? Ne zaman? N’oldu?” gibisinden bir şeyler geveliyor kadın afallamış gözlerle.

“Avustralya’da bir üniversiteye başvuru yapmıştım ya. Kabul edildim. Gidiyorum iki yıllığına. Daha da uzun sürebilir tabi, şu an bilemiyorum.”

Avustralya. Dünyanın öbür ucu. Başka bir yarım küre. Başka bir dil. Başka bir kültür. Başka bir hayat.

İki yıl. Yirmi dört ay. Yüzlerce gün. Yüz binlerce saat. Milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca saniye, salise… Ayrılık. Kopuş. Hüzün.

Bakakalıyor karşısındaki adama genç kadın. Hala şaşkın. Hala karşısındaki adamın, sevdiği adamın, nasıl bu kadar umarsız olduğuna inanamıyor. İnanmak istemiyor. Tam o anda biri çıkıp kameraya el sallamasını ve her şeyin aptal bir kamera şakasından ibaret olduğunu söylese saatlerce o an içinde bulunduğu duruma gülebilir kadın. Bekliyor. Etrafına bakınıyor. Ama herkes günün monoton akışı içinde kendi işiyle ilgileniyor. Tekrar bakıyor karşısındakine. O hala bir şeyler anlatıyor. Yüzü hala karışık. Bir yanı mutlu, bir yanı heyecanlı, bir yanı kararsızlık içinde, bir yanı donuk. Yüzü duygu karmaşasına kapılmış adamın. Kadın hiçbir şey duymuyor. Sadece bakıyor. Bakıyor, bakıyor, bakıyor…

“Neden bir şey söylemiyorsun,” diyor genç adam konuştuktan sonra.

“Şimdi ne olacak,” diye soruyla karşılık veriyor kadın. “Yani, biz… Bize ne olacak?”

Adamın yüzündeki karmaşa gidiyor, yerini kadının daha önce görmediği diğer ifadelerin altına saklanmış bir ifade geliyor: Mutsuzluk.

Başını çeviriyor genç adam. Dışarıda gözleri. Ama aklı bin bir soruyla meşgul. Biliyor kadın.

“Ayrılalım, bitsin,” diyor adam.

Ayrılmak. İki insanın birbirinden kopması, belki de bir daha görüşmemecesine.

Bitmek. İlişkinin, sona ermesi. Acı tatlı anılara yenilerinin eklenmeyecek olması.

Bu cevapla bir duvara hızlıca çarpmışa dönüyor kadın. Karşısındaki hala ona bakmıyor. Kadın adama bakıyor ama görmüyor. Gözlerinin önünde birkaç saniye önceki sahne tekrarlanıyor. Kulakları durmadan aynı sözleri hatırlatıyor. Ayrılalım, bitsin. Ayrılalım, bitsin. Ayrılalım, bitsin…

Kadın çantasını aldığı gibi kalkıyor yerinden. Masaya yaklaşan garsona istemeden sertçe omuz atıyor, limonata ve kola gürültüyle yere düşerken o, cehennem gibi bir sıcağa atıyor adımını.

Sonrası ağlayarak geçen birkaç ay, unutmak amacıyla başlanılan yeni bir ilişki, saygının olduğu ama aşkın olmadığı bir evlilik, mutlu olduğu düşünülen ama aslında olmayan bir hayat, iki tane çocuk, hüzün dolu günler… Tam tamına altı yıl. Kırk sekiz ay, binlerce gün, sonsuz saniye, salise…

Kadın mutfakta şimdi. Önünde az önce elinde tuttuğu kağıdın aksine dümdüz, pürüzsüz bir kağıt. Bir ayağı sallanan bir masa. Kendini bile zor aydınlatan tasarruflu ampul altında ne yazacağını, söze nasıl başlayacağını düşünüyor kadın. Kalem kağıtla buluştuğunda, iki sevdalı birbirine kavuşuyor adeta. Kalem kağıdın üzerinde su gibi akıyor, akıyor…

“Teşekkür ederim. Her şey, her şey için. Bana yaşattıkların inanılmazdı. Şimdi düşünüyorum da acaba ben sürekli hüzün dolu gözlerle bakan biriyle yaşayabilir miydim, bilemiyorum. Evli olduğumuz beş yıl boyunca beni bir kere üzmedin, kırmadın. Oysa ben seni bir türlü mutlu edemedim. Sen hep mutlu görünmeye, mutlu olmaya çalıştın ama biliyorum bir yanın hep benim sana aşık olmamamın verdiği acıyla kanadı durdu. Şimdi ise gidiyorum. Benim için çok zor bu kararı vermek. Haftalardır düşünüyorum. Mantığım senin ve çocuklarımın yanında kalmam gerektiğini söylüyor ama kalbim hükmediyor şu an her tarafıma. Kızlarımı da yanımda götürmek istiyorum ama gideceğim yerde beni nelerin beklediğini bilmiyorum. Senden ricam, benden nefret etmesinler. Onları tekrar görmek isterim, ancak bu ne zaman olur bilemiyorum. Ancak en yakın zamanda onları görmeye geleceğim. Umarım o gün beni anlamış olursun ve onları görebilirim. Teşekkürler yeniden. Ricamı lütfen unutma. Beş yılın hatırına…

Sana her zaman saygı duyan ve ebediyen duyacak olan karın”

Yatak odasının kapısında kadın. Ümidi kapının gıcırdamaması ve bir an önce işi halletmesi. Kapı kolunu tutuyor titreyen elleri, sakince açıyor. Kapı yine gıcırdamıyor. Kadın parmak uçlarında ve adeta nefes almadan yatağın yanındaki komidine bırakıyor mektubu. Gözlerinde birkaç damla yaşla bakıyor yatakta huzurla uyuyan adama. Geldiği gibi sakin çıkıyor odadan. Koridorun sonundaki odaya, çocuklarının odasına giriyor.

Güzeller güzeli iki melek. Mışıl mışıl bir uyku sarmış etraflarını. Küçük meleğin yüzünde inceden bir gülümseme. Büyük melek ise ifadesiz. Ama biliyor ki kadın mutlu o da. Belki de rüyalarında anneleriyle oyunlar oynuyor, eğleniyor, gülüyorlar. Yaşlar sel olup akıyor kadının gözlerinden. Çocuklarının yataklarının ortasına gidip oturuyor yere. Sessizce, konuşmadan vedalaşıyor ikisiyle de. Bir gece vakti hüzünlü gözlerle bakan mutsuz bir kadın, mutluluğu bulma umuduyla kendine ait olan iki meleği, güzeller güzeli iki çocuğu terk ediyor.

Terk etmek. İnsanın iradesine dayanan ve istemese yapmayacağı şey. Yapıldığı an pek çok şeye neden olabilir, belki de düzeltememecesine.

Bir an vazgeçiyor kadın gitmekten. Ama hemen değişiyor fikri. Giderse her şey daha güzel olabilir. Çocuklarını yanına alıp mutlu bir anneyle birlikte daha iyi şartlarda yaşamalarını sağlayabilir. İstem dışı akıyor kadının gözyaşları. Kızlarının başını okşuyor kadın, öpüyor, seviyor onları. Uzun bir müddet sonra zorla da olsa kaldırabiliyor kendini ayağa. Kalktığında bir daha geri dönmeyeceğini ve kararını kesin olarak verdiğini çok iyi biliyor.

Sabaha karşı. Rüzgar dinmiş. Hava hala soğuk. Güneş karanlığı yavaşça yemeye başlamış.

Bir sokak. Hala kimsesiz, hala sahipsiz. Soğuktan nasibini hala alıyor, ama güneş karanlığın elinden kurtarmaya geliyor onu. Karanlık elini eteğini yavaşça çekmeye başlıyor sokağın üstünden. Bir gece lambası ve bir çöplük baş başa vermiş geceki kıyametin değerlendirmesini yapıyorlar. Bir kedi keyifli keyifli geliyor gece lambasının altına. Karnını doyurmuş, belli. Şimdi ise henüz biten mesaisinin ardından güzel bir uyku çekmek istiyor.

Bir evin kapısı açılıyor birden. Saçı başı ve kıyafetleri dağınık, her halinden yorgunluk, hüzün ve pişmanlık akan bir kadın sokağa şöyle bir göz attıktan sonra adımını atıyor dışarı. Elinde küçük bir bavul. Kapıyı açtığı gibi sakince kapatıyor. Küçük bir ‘trık’ sesi geliyor kapıdan. Sahibini sessizce uğurluyor ev. Kadın başlıyor yürümeye.

Hava aydınlanıyor yavaşça ama sokak hala sessiz. Işık var, ama ses yok. Sokağın yazgısı değişiyor. Ama kadının yazgısı ayrılık. Ne beş yıl önce değişti, ne şimdi değişiyor, ne de sonra değişecek. Ne kadın değiştirebilir bunu, ne de başkası. Yazılmış bir kere.

9 Temmuz 2010 Cuma

The Stoning of Conscience

İran hükümeti Sakineh'in recmini iptal etmiş. Muhtemelen idam edilecekmiş Sakineh. Belki de İran hükümeti Sakineh'in canını bağışlayacakmış. Öyle yazıyor gazetede. Eğer 'inançlı' İran hükümeti baskılara dayanamazsa canını bağışlayacak bir kadının, bir insanın. Canını bağışlamak? Nasıl bir tabirdir bu can bağışlama meselesi? Bir kimsenin canı, yani tüm hayatı başkasının elinde mi ki bağışlansın?
Sakineh'in başına gelenler her yıl kim bilir kaç kadının başına geliyor İran'da. Her yıl kim bilir kaç kadın, belki de suçsuz yere taşlanarak tüm köyün, kasabanın, şehrin gözü önünde üstelik çocuklarına da gösterilerek acılar içinde can veriyor. Hangisi daha çok acıtır? Taşlanmak mı, çocuklarının hıçkırıklarını görerek göğsünden aşağısı toprak altında hiçbir şey yapamadan ölmek mi yoksa suçsuz yere can vermek mi? Bir yanda bir kadın acılar içinde (kim bilir belki de her üç acıyı eşit yoğunlukta yaşıyordur) taşlanırken, diğer yanda diğer kadınlar en ufak bir dedikodu ya da halk ahlakına aykırı bir hareket sonucu bu sona varacaklarını düşünüyor. Halk ahlakına aykırı hareket ne mi? Bir erkekle konuşmak yeterince ahlaksız değil mi!!
Sakineh'in ailesi yürekli çıktı. Kaderlerine boyun eğmediler. Çocukları annelerini taşlanırken görmek yerine kucaklaşmayı tercih ettiler ve bu yönde ısrarcı bir tavır sergilediler. Uluslararası medyayı, sivil toplum örgütlerini harekete geçirdiler, kamuoyu vicdanı harekete geçti.
İran ise sadece recmi iptal etti. Yani henüz bir canı baışlamadı. Üstelik Sakineh, suçsuz olduğunu iddia ediyor. İran hükümeti insanları taşla(t)mak yerine kendi vicdanını taşlarsa, belki kamuoyunun vicdanıkadar olmasa da onun vicdanında da bir kıpırdanma olabilir.



Sakineh'in kurtarılması için kurulmuş bir site de var. Buradan da isterseniz isminiz sitede yayınlanmamasını isteyerek destek olabilirsiniz. Link şu:

http://www.freesakineh.org/




Sakineh Mohammadie Ashtiani







The Stoning Of Soraya M. (Soraya'yı Taşlamak)

Soraya'yı taşlamak uluslararası çok satanlar listesine giren bir kitaptan uyarlama bir film. Kitapta 1980li yıllarda İran İslam Cumhuriyeti'nde yaşanan suçsuz bir kadının taşlanarak bağışlanmayan hayatını hikaye ediyor. Soraya'nın hiçbir suçu yok, tek suçu insan kılığına girmiş bir yaratıkla evlenmek. Soraya kocasının başka bir kadın almak istemesi nedeniyle -İran'da birden çok kadınla evlenmek mümkün, ancak Soraya'nın kocası kalabalık bir aileye bakamayacağını düşünüyor- Soraya'nın zina yaptığını iddia ediyor, baskılar ve yalanlarla gerçekler örtbas edilip Soraya bir gün içinde idam ediliyor. Taşlanarak.








Filmin başrol oyuncularından ve Soraya'nın halasını oynayan, İslam Devrimi'nden sonra İran'dan kaçan oyuncu Shohreh Aghdashloo CNN'e Sakineh'in durumu ve film hakkında kısa bir röportaj vermiş. Videoya şuradan ulaşabilirsiniz:

http://edition.cnn.com/video/#/video/world/2010/07/08/idesk.intv.iran.stoning.cnn?iref=allsearch

23 Haziran 2010 Çarşamba

Kafası karışık bir blogger'ın ilk karalaması.

Facebook'ta bir blog işidir almış başını gidiyor. Ezelden beri vardı bir blog açma, açıp bir şeyler karalama, karalayıp paylaşma, paylaşıp çoğalma isteğim ama ya üşengeçlikten ya da değişik bir histen (adını da koyamıyorum ya hala, neyse.) bir türlü açamadım. Aslında açtım, açtım ama ne başlığı ne de tipi içime sindi, teknolojiyi kullanmaktaki yetersizliğim de bunları değiştirmeme engel olunca ben de yeni bir tane açtım. Açtım açmasına ama bir iki şey karalamak için bile birkaç saat beklemem gerekti. Bloglar konusunda böyle bir geçmişim ve şu anım var anlayacağınız. Anlayacağınız? Kimsiniz siz, kim değilsiniz? Kim okur, kim okumaz bu yazdıklarımı onu dahi bilmiyorum. Velhasıl içime bir şeyler düştükçe yazacağım buraya, yazdıkça da paylaşacağım birilerinin görebileceği yerde. Okuyan ne iyi eder, belki o da paylaşır düşüncelerini hep birlikte düşünürüz konuşuruz filan, okumayan da okumaz canım zorla değil ya. Şimdi düşünürüz, tartışırız filan deyince öyle çok ciddi konular beklemeyin benden. İşte kafama ne eserse. Oradan, buradan, her telden bir şeyler olur herhalde. Ya da bilmiyorum bu yazıyı paylaştıktan sonra devamı gelmez blog'un.
Eh sonuçta bindik bir alamete, gideyoz kıyamete misali açtık bir blog, devamının gelmesi dileğimdir. Blog alemi, blog konusunda kafası epeyce karışık bir 'blogger' kazanmıştır ya da bu blogger (Türkçesi ne bunun, bilen söylesin okunduğumu da anlarım :P) bir yer işgal etmektedir bu blog aleminde. Hoşbulduk blog'lar dünyası. :)