21 Ekim 2010 Perşembe

Deniz Kabuğu


Akşam… Ya da gece, bilmiyorum. Tek bildiğim yıldızlar bana hüzünlü hüzünlü göz kırpıyorlar. Emektar radyodan yükselen ipeksi bir ses çevreledi dört bir yanımı. Cam kenarındaki kumaşı yıpranmış bordo koltuktan yıldızları seyreyliyorum. Bir yıldız diğerlerinden daha pırıltılı bir gülücük attı bana. Yüzündeki hüznü terk etti bir anlığına, pırıl pırıl gülümsedi ve gitti, terk etti göğü. Oysa en sevdiğimdi o benim. En hüzünlü bakan, en yakın hissettiğimdi. Onun gibi bakıyordu bana. Onun gibi…

And so it’s
Just like you said it would be
Life goes easy on me
Most of the time


Simsiyah gökteki görkemli yıldızlar terk ediyorlar zihnimdeki yerlerini. Bambaşka bir zamana gidiyorum. Geçmişe… Sanki hiç yaşanmamış olan geçmişe… Geçmiş, gelecek kadar uzak bana. Gelecek çok daha uzak. Yıldızlar bile gelecekten yakın, çok daha yakın…
Bir deniz kıyısındayım şimdi. Deniz hırçın. Gökyüzü suratını asmış. Bulutlar ağlamaklı. Ben mutlu. Ardımda sarı bir sonbahar, önümde güzel bir yazın ardından terk edilen kumsal, çılgın bir deniz, şaşkın kuşlar, nereye gideceğini bilmeden dolaşıp duran kum taneleri… Biri çarpıyor gözüme. Gökyüzü kadar gri hırkasına sarınmış, saçları etrafta olup bitene uyum sağlamış. Yanına yürüyorum. Hayır, yürümüyorum uçuyorum adeta. Uçarken de bilmediğim bir güç dudaklarımı iki yandan tutuyor, yukarı kaldırıyor. Ona yaklaşınca yere değiyor ayaklarım. İnce bir ses… Onun sesi mi? Hayır. Bir melek sesi olmalı bu. Bir melek sesi kadar ince, bir melek sesi kadar kalın. Bir melek kadar güzel… Hayır, melekten daha güzel… Kalakalıyorum. Gülümsemem donuyor, sert bir rüzgar çarpıyor yüzüme. Rüzgar çekildiğinde gülümsememi de çalıyor benden. Önümdeki melek ağlıyor. Omuzları eşlik ediyor ağlamasına. Yüzüne bakıyorum. Her damlada anılar, her damlada sevinçler, her damlada acılar…

And so it’s
Just like you said it should be
We’ll both forget the breeze
Most of the time


Müzik sesi geçmişe uzanan yolculuğumu bıçak gibi kesiyor. Şu an o melek ne yapıyor, bilinmez. Ama gülümsememi çalan rüzgar yüzünden, o günden beri gülemiyorum. O günden beri sadece yosun kokusuyla karışık melek kokusu burnumda. O günden beri dalga sesiyle karışık meleksi hıçkırıklar kulağımda. O günden beri o aklımda.

And so it’s
The shorter story
No love, no glory
No hero in her sky


Deniz kıyısına dönüyorum. Deniz hala hırçın. Gökyüzü hala asık suratlı. Kum taneleri hala nereye gideceğini bilmiyor. Bulutlar hala ağlamaklı. Ben ise mutsuz. Bana dönüyor yavaşça.
“Sana söyleyeceklerimi çok iyi dinle. Lütfen, sözümü kesme. Eğer kesersen, her şeyi daha da zorlaştıracaksın, emin ol. Bunu söylemek benim için zor, inan, çok zor. Buraya gelmeni istedim çünkü… Çünkü… Seninle burada karşılaşmıştık. Birkaç ay önce. Güneş tanıktı o ana. Tek şahidimiz güneşti. Kısa bir hikaye oldu bizimkisi. Ne yazık ki! Seninle bugün buluşmak istedim çünkü… Çünkü… Bugün güneş yok. Kısacık hikayemize şahit oldu, ama ayrılığımıza şahit olsun istemedim. Bizi böyle görürse, bir daha bakamam ona. Çıkamam karşısına. Biliyorum çocukça, ama yapamam işte. Bak, ikimiz de unutacağız. Emin ol. Tatlı bir anı olarak kalacak her şey. Kısacık ama hoş bir anı. Her şeyi unutacağız. Gözyaşlarımızı, bu küçük sahil kasabasını, hatta şu esen meltemi… Belki, belki bugünü bile. Karşılaşmayacağız bir daha. Gidiyorum çünkü. Gidiyorum, uzaklara. Bir okyanus girecek aramıza. Kocaman bir okyanus… Belki ömür boyu hiç görüşemeyeceğiz. Unutacağız isimlerimizi, simalarımızı, yaşadıklarımızı. Ama, ama emin ol. Hayat iyi gidecek. İkimiz için de…”
Yanaklarımdan süzülen yaşlar boşluğa düşüyor. Rüzgar her bir damlada alıyor anılarımızı, her bir damlada alıyor sevinçlerimizi, her bir damlada hatırlatıyor acılarımızı…
Susuyorum, sadece susuyorum.

And so it’s
The colder water
The blower’s daughter
The pupil in denial


Küçük evimin müzikle dolu küçük odasındayım yine. Evet, hayat iyi gidiyor. Söylediği gibi. Anılara boğulmasam sürekli, daha da iyi olabilir. Belki o zaman gülebilirim tekrar. Belki yıldızlardan da uzaklaşabilirim. Hüzünlü bakışları da unuturum belki. Kim bilir? Belki sevebilirim yeniden. Belki…

I can’t take my mind off of you
I can’t take my mind off of you


“Teşekkürler. Tüm yaşattıkların için. Arama beni. Zaten arasan da ulaşamazsın. Telefon numaram değişmiş olacak. Adresim zaten değişiyor. Teşekkürler… Gerçekten…”
Başımı öne eğiyorum. Gözyaşlarım yanaklarıma uğramadan kuma damlıyor, yok oluyor. Küçücük kum tanelerinin arasında rengarenk bir deniz kabuğu çekiyor dikkatimi. Koskoca sahilde yapayalnız. Eğiliyorum, parmağımı değdiriyorum tırtıklı yüzeyine. Bir ürperti. İnceden, ama net. Hüzünlü, ama kalıcı. İçimdeki ürpertiyle doğruluyorum.
“Al. Sakla. Kısa hikayemizin simgesi olsun bu. Kısa hikayemizin küçük, ama anlamlı simgesi.”
“Ama… Unutmalıyız. Unutmamız gerek. Yoksa… Bak, unutursak her şey daha iyi olacak, çok daha iyi.”
Deniz kabuğu kayıyor parmaklarımın arasından. Hiçbir şey demiyorum, diyemem, diyemiyorum. Arkamı dönüyorum. Kulağıma bir ses geliyor. İnce bir ses. Onun sesi mi? Evet, kesinlikle. Melek gibi bir ses. Bir melek ağlıyor arkamda. Bir melek ayrılığımızın şerefine ağlıyor. Dönüyorum arkama.
“Güneş, bu deniz kabuğunu görürse anlar ayrıldığımızı. Biz unuturuz belki ama o unutmaz. Emin ol.”
Geldiğim yönden geri dönüyorum. İçimde ince bir ürpertiyle…

I can’t take my mind off of you
I can’t take my mind off of you


Artık gündüz çıkmıyorum dışarı. Perdeleri sıkı sıkıya çekiyorum. Güneş girmesin içeri, sızmasın evime. Eğer güneş görürse beni, anlar ayrıldığımızı. Anlamasın, bilmesin. Böylesi daha iyi.

Did I say that I loathe you?
Did I say that I want to leave it all behind?



O sahil kasabasından çok uzakta, bir okyanus kadar uzakta, bir genç kız başını cama dayamış, elinde rengarenk bir deniz kabuğu denizin ardında yok olan güneşi uğurluyor. Deniz kabuğu aylardır güneş görmüyor. Geride kızıllığını bırakan güneşe bakıyor özlemle. İki damla, sıcacık yaş konuyor deniz kabuğunun tırtıklı yüzeyine usulca. Kız ağlıyor. Ruhunda deniz kabuğuna dokunduğu andan beri var olan ince bir ürperti… Kulaklarında onun sesi. Burnunda onun kokusu. Aklında o…