11 Temmuz 2010 Pazar

Yazgı

Gece. Karanlık serilmiş yeryüzüne. Gri benekler gökteki gece lambasının ışıklarını hapsetmişler dünyanın dışına. Soğuk, çok soğuk, buz gibi bir hava.

Bir sokak. Kimsesiz, sahipsiz. Soğuktan ve karanlıktan o da almış nasibini. Bir gece lambası üşüyen ışığıyla aydınlatmaya çalışıyor sokağı. Gece lambasının yanında içindekileri dışarı kusmuş bir çöplük. Çöpler rüzgarın dayağına alışmış. Birkaçı arada bir havalanıyor. Bazıları ise titreye titreye ağlamakla yetiniyor. Yapacak başka şey yok. Ama hepsi soğuktan ve rüzgarın dayağından şikayetçi. Bir fare çıkıyor çöplüğün altından. Ok gibi. Bir kedi atılıyor arkasından. Karanlıkta kayboluyorlar. Bir evin cılız ışığı kapanıyor. Bir başka odasında beliriyor cılız ışık. Ardından o da karışıyor karanlığa. Rüzgar öfkeyle homurdanırken uyuyor üşüyen gece lambası. Karanlık ve sessiz. Ne ışık var, ne ses. Sokağın yazgısı karanlık. Ne sokak değiştirebilir bunu, ne de başkası. Yazılmış bir kere.

Bir ev. Uyku evin tüm odalarında saltanatını ilan etmiş. Biri hariç. Karanlık odalarda görülen aydınlık rüyalar var. Biri hariç. Dışarıdaki soğuk kıyameti evdeki kimse duymuyor. Bir kişi hariç.

Bir kadın. Henüz yattığı yatağını ısıtmakla meşgul. Ayakları buz gibi, gönlü alev alev. Gözleri yaşlı, aklı karışık, ruhu karanlık. Kapatıyor gözlerini. Hemen kurtulmak istiyor bu karanlıktan. Sabah olmasını, fırtınanın dinmesini, güneşin huzurla odaya sızmasını, yanında huzurla uyuyan adamı, kocasını, öperek uyandırmak istiyor. Uyuyamıyor. Ah bir uyusa! Bir kovsa aklındaki küçük şeytanları.

Yerinden kalkıyor kadın sakince. Yatağın kenarına oturuyor. Rüzgar çerçeveleri itiyor, işgal etmeye çalışıyor uykunun hüküm sürdüğü evi. Saltanatı bitirmek ve herkesi huzursuz etmek istiyor. Kadın ise tam tersine. Tek istediği huzur. Tek istediği mutluluk.

Oturduğu yerden kalkıyor kadın. Parmak uçlarında geçiyor odayı. Kapının gıcırdamamasını dileyerek tutuyor kolu ve gıcırdamıyor kapı. Belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor kadının yüzüne. Salona doğru harekete geçiyor. Bu sefer parmak uçlarında değil. Ayakları tamamen yerde. Yüzü donuk. Aklı hala karışık. Salona girdiğinde düşünmeksizin açıyor aynalı dolabı. Bir sürü ıvır zıvırın arkasına saklanmış bir zarfı alıyor eline. Bir an bakıyor elinde tuttuğu kırışık, beyaz zarfa. Koymakla koymamak arasında. Tereddüt kadının vücudunu şöyle bir yoklayıp beynine oturuyor. Yerini sevmemiş olmalı ki çabucak gidiyor tereddüt geldiği yere. Yokluğa.

Kadın salondaki koltukta şimdi. Zarf açılmış. İçinden zarf kadar kırışık bir kağıt çıkmış. Üstü harflerle dolu. Kadın koltuğa oturmuş, bir yandan okuyor bir yandan ağlıyor.

“Biliyorum kızgınsın bana. Sana bu mektubu yazmayı ben de çok düşündüm, inan. Pek çok gece gözüme uyku girmedi, sadece düşündüm. Kararsızdım, tereddüt içindeydim ve mutsuzdum. Ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilemedim. Ama az önce yine düşünceler sarmışken dört bir yanımı tereddüdü de, kararsızlığı da söküp attım içimden. Evet, bunca yıldır neden beklediğimi, neden sen tam bir düzen kurmuşken ortaya çıktığımı merak ediyorsun. Verecek tek bir cevabım var: Seni özledim. Hissettiğim tek bir duygu var: Pişmanlık. Seni çok sevdim, hem de çok. Ayrı kaldığımız zamanlar sana olan sevgimi atmadı, aksine daha da artırdı. İçimden bir his kendini ne kadar mutlu hissetmeye çalışsan da bir yanının mutsuz olduğunu söylüyor. Bilmiyorum, sadece hissediyorum. Şimdi sana bir teklifim var. Yıllar önce kurduğumuz hayallerimizi şimdi gerçekleştirelim. Gel ve benimle ol. Seni çok özledim sevgilim. Eğer gelmeye karar verirsen yıllar önce çok mutlu olduğumuz yerdeyim. Evimde. Daha doğrusu gelecek olursan evimizde. Düşün lütfen ve seni çok sevdiğimi unutma.”

Kadın gözlerini kaldırıyor mektuptan. Mektubu göğsüne bastırıyor. Gözlerinden birkaç damla yaş yuvarlanıp düşüyor halının üzerine. Kadın kokluyor mektubu. Fırtına diniyor, karanlığı emiyor güneş, salondan kopuyor kadın.

Bir cadde. Kalabalık, gürültülü ve aydınlık. Caddenin iki yanında mağazalar ve kafeler. İnsanlar geniş kaldırımlarda. Kiminin gözü mağazalarda, kimi aceleci, kimi aylak. Kadın da kaldırımda. Daha genç, daha mutlu, daha güzel, ruhu daha aydınlık. Sakince ilerliyor. Caddeyi geçtikten sonra ortasında şirin ve bir o kadar da serin bir havuzu bulunan meydana sapıyor. Havuzun yanında görüyor onu. Yüzü bir tuhaf. Mutlu mu, mutsuz mu anlayamıyor kadın. Gidiyor yanına.

“Gel bir yerde oturalım,” diyor adam gülümseyerek. “Sana çok güzel bir haberim var. Umarım sen de benim kadar sevinirsin.”

Merak ediyor kadın. El ele yürüyorlar müdavimi oldukları kafeye doğru. İçeri girdiklerinde dışarıdaki sıcağı terk ediyorlar. Klimalar serinletmiş içerisini. Bir an titriyor kadın.

“Üşüdün mü,” diye soruyor genç adam.

“Yok,” diyor kadın usulca. “Biraz serin ya içerisi. Alışırım, merak etme.”

Her zamanki gibi cam kenarındaki masaya geçiyorlar. Garson geliyor siparişleri almak için. Bir limonata, bir kola. Garson gidiyor, genç adam atlıyor hemen lafa.

“Gidiyorum ülkeden.”

Gitmek. Bir yerden uzaklaşmak, belki de dönmemecesine. Ülkeden gitmek. Sınır dışına, tamamen yabancı bir memlekete yerleşmek. Temelli belki de. Dönmemecesine.

“Ne? Ned… Nasıl yani? Ne zaman? N’oldu?” gibisinden bir şeyler geveliyor kadın afallamış gözlerle.

“Avustralya’da bir üniversiteye başvuru yapmıştım ya. Kabul edildim. Gidiyorum iki yıllığına. Daha da uzun sürebilir tabi, şu an bilemiyorum.”

Avustralya. Dünyanın öbür ucu. Başka bir yarım küre. Başka bir dil. Başka bir kültür. Başka bir hayat.

İki yıl. Yirmi dört ay. Yüzlerce gün. Yüz binlerce saat. Milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca saniye, salise… Ayrılık. Kopuş. Hüzün.

Bakakalıyor karşısındaki adama genç kadın. Hala şaşkın. Hala karşısındaki adamın, sevdiği adamın, nasıl bu kadar umarsız olduğuna inanamıyor. İnanmak istemiyor. Tam o anda biri çıkıp kameraya el sallamasını ve her şeyin aptal bir kamera şakasından ibaret olduğunu söylese saatlerce o an içinde bulunduğu duruma gülebilir kadın. Bekliyor. Etrafına bakınıyor. Ama herkes günün monoton akışı içinde kendi işiyle ilgileniyor. Tekrar bakıyor karşısındakine. O hala bir şeyler anlatıyor. Yüzü hala karışık. Bir yanı mutlu, bir yanı heyecanlı, bir yanı kararsızlık içinde, bir yanı donuk. Yüzü duygu karmaşasına kapılmış adamın. Kadın hiçbir şey duymuyor. Sadece bakıyor. Bakıyor, bakıyor, bakıyor…

“Neden bir şey söylemiyorsun,” diyor genç adam konuştuktan sonra.

“Şimdi ne olacak,” diye soruyla karşılık veriyor kadın. “Yani, biz… Bize ne olacak?”

Adamın yüzündeki karmaşa gidiyor, yerini kadının daha önce görmediği diğer ifadelerin altına saklanmış bir ifade geliyor: Mutsuzluk.

Başını çeviriyor genç adam. Dışarıda gözleri. Ama aklı bin bir soruyla meşgul. Biliyor kadın.

“Ayrılalım, bitsin,” diyor adam.

Ayrılmak. İki insanın birbirinden kopması, belki de bir daha görüşmemecesine.

Bitmek. İlişkinin, sona ermesi. Acı tatlı anılara yenilerinin eklenmeyecek olması.

Bu cevapla bir duvara hızlıca çarpmışa dönüyor kadın. Karşısındaki hala ona bakmıyor. Kadın adama bakıyor ama görmüyor. Gözlerinin önünde birkaç saniye önceki sahne tekrarlanıyor. Kulakları durmadan aynı sözleri hatırlatıyor. Ayrılalım, bitsin. Ayrılalım, bitsin. Ayrılalım, bitsin…

Kadın çantasını aldığı gibi kalkıyor yerinden. Masaya yaklaşan garsona istemeden sertçe omuz atıyor, limonata ve kola gürültüyle yere düşerken o, cehennem gibi bir sıcağa atıyor adımını.

Sonrası ağlayarak geçen birkaç ay, unutmak amacıyla başlanılan yeni bir ilişki, saygının olduğu ama aşkın olmadığı bir evlilik, mutlu olduğu düşünülen ama aslında olmayan bir hayat, iki tane çocuk, hüzün dolu günler… Tam tamına altı yıl. Kırk sekiz ay, binlerce gün, sonsuz saniye, salise…

Kadın mutfakta şimdi. Önünde az önce elinde tuttuğu kağıdın aksine dümdüz, pürüzsüz bir kağıt. Bir ayağı sallanan bir masa. Kendini bile zor aydınlatan tasarruflu ampul altında ne yazacağını, söze nasıl başlayacağını düşünüyor kadın. Kalem kağıtla buluştuğunda, iki sevdalı birbirine kavuşuyor adeta. Kalem kağıdın üzerinde su gibi akıyor, akıyor…

“Teşekkür ederim. Her şey, her şey için. Bana yaşattıkların inanılmazdı. Şimdi düşünüyorum da acaba ben sürekli hüzün dolu gözlerle bakan biriyle yaşayabilir miydim, bilemiyorum. Evli olduğumuz beş yıl boyunca beni bir kere üzmedin, kırmadın. Oysa ben seni bir türlü mutlu edemedim. Sen hep mutlu görünmeye, mutlu olmaya çalıştın ama biliyorum bir yanın hep benim sana aşık olmamamın verdiği acıyla kanadı durdu. Şimdi ise gidiyorum. Benim için çok zor bu kararı vermek. Haftalardır düşünüyorum. Mantığım senin ve çocuklarımın yanında kalmam gerektiğini söylüyor ama kalbim hükmediyor şu an her tarafıma. Kızlarımı da yanımda götürmek istiyorum ama gideceğim yerde beni nelerin beklediğini bilmiyorum. Senden ricam, benden nefret etmesinler. Onları tekrar görmek isterim, ancak bu ne zaman olur bilemiyorum. Ancak en yakın zamanda onları görmeye geleceğim. Umarım o gün beni anlamış olursun ve onları görebilirim. Teşekkürler yeniden. Ricamı lütfen unutma. Beş yılın hatırına…

Sana her zaman saygı duyan ve ebediyen duyacak olan karın”

Yatak odasının kapısında kadın. Ümidi kapının gıcırdamaması ve bir an önce işi halletmesi. Kapı kolunu tutuyor titreyen elleri, sakince açıyor. Kapı yine gıcırdamıyor. Kadın parmak uçlarında ve adeta nefes almadan yatağın yanındaki komidine bırakıyor mektubu. Gözlerinde birkaç damla yaşla bakıyor yatakta huzurla uyuyan adama. Geldiği gibi sakin çıkıyor odadan. Koridorun sonundaki odaya, çocuklarının odasına giriyor.

Güzeller güzeli iki melek. Mışıl mışıl bir uyku sarmış etraflarını. Küçük meleğin yüzünde inceden bir gülümseme. Büyük melek ise ifadesiz. Ama biliyor ki kadın mutlu o da. Belki de rüyalarında anneleriyle oyunlar oynuyor, eğleniyor, gülüyorlar. Yaşlar sel olup akıyor kadının gözlerinden. Çocuklarının yataklarının ortasına gidip oturuyor yere. Sessizce, konuşmadan vedalaşıyor ikisiyle de. Bir gece vakti hüzünlü gözlerle bakan mutsuz bir kadın, mutluluğu bulma umuduyla kendine ait olan iki meleği, güzeller güzeli iki çocuğu terk ediyor.

Terk etmek. İnsanın iradesine dayanan ve istemese yapmayacağı şey. Yapıldığı an pek çok şeye neden olabilir, belki de düzeltememecesine.

Bir an vazgeçiyor kadın gitmekten. Ama hemen değişiyor fikri. Giderse her şey daha güzel olabilir. Çocuklarını yanına alıp mutlu bir anneyle birlikte daha iyi şartlarda yaşamalarını sağlayabilir. İstem dışı akıyor kadının gözyaşları. Kızlarının başını okşuyor kadın, öpüyor, seviyor onları. Uzun bir müddet sonra zorla da olsa kaldırabiliyor kendini ayağa. Kalktığında bir daha geri dönmeyeceğini ve kararını kesin olarak verdiğini çok iyi biliyor.

Sabaha karşı. Rüzgar dinmiş. Hava hala soğuk. Güneş karanlığı yavaşça yemeye başlamış.

Bir sokak. Hala kimsesiz, hala sahipsiz. Soğuktan nasibini hala alıyor, ama güneş karanlığın elinden kurtarmaya geliyor onu. Karanlık elini eteğini yavaşça çekmeye başlıyor sokağın üstünden. Bir gece lambası ve bir çöplük baş başa vermiş geceki kıyametin değerlendirmesini yapıyorlar. Bir kedi keyifli keyifli geliyor gece lambasının altına. Karnını doyurmuş, belli. Şimdi ise henüz biten mesaisinin ardından güzel bir uyku çekmek istiyor.

Bir evin kapısı açılıyor birden. Saçı başı ve kıyafetleri dağınık, her halinden yorgunluk, hüzün ve pişmanlık akan bir kadın sokağa şöyle bir göz attıktan sonra adımını atıyor dışarı. Elinde küçük bir bavul. Kapıyı açtığı gibi sakince kapatıyor. Küçük bir ‘trık’ sesi geliyor kapıdan. Sahibini sessizce uğurluyor ev. Kadın başlıyor yürümeye.

Hava aydınlanıyor yavaşça ama sokak hala sessiz. Işık var, ama ses yok. Sokağın yazgısı değişiyor. Ama kadının yazgısı ayrılık. Ne beş yıl önce değişti, ne şimdi değişiyor, ne de sonra değişecek. Ne kadın değiştirebilir bunu, ne de başkası. Yazılmış bir kere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder